Sencer Akademi

Türkiye’nin Küreselleşme Süreci

Türkiye’nin küreselleşme sürecinde dünya ile olan ilişkisini inceleyeceğiz. Öncelikle küreselleşmenin tanımını bilmemiz gereklidir. Bu tanımı ilk kez 1960 yılında Kanadalı sosyoloji profesörü Marshall Mcluhan kullanmıştır. Anlamı yerkürenin farklı bölgelerinde yaşayan insan, toplum ve devletler arasındaki iletişim ve etkileşim derecesinin “karşılıklı bağımlılık” kavramı çerçevesinde giderek artmasıdır. Küreselleşmenin en belirgin önemi sürdürülebilir ekonomik kalkınma, yükselen yaşam standartları, teknolojik ilerleme ve bilginin kısa sürede yayılmasıdır. Yaygın olarak etkilerini 1980’li yılların başında hissettirmeye başlamıştır.

Küreselleşme kavramı insanları ve devletleri ekonomik, siyasi, kültürel ve sosyal boyutları üzerinde etkilemiştir. Özellikle ekonomi tarafı gelişmekte olan ülkeler tarafından ön plana çıkarılmıştır. 1980’lerden itibaren kar maksimizasyonunu amaçlayan sermaye ve girişimci grubu sadece üretim ve karı değil, aynı zamanda pazarını da dünya ölçeğine çıkarması küreselleşmenin ekonomik boyutunu kuvvetlendirmiştir.

Ekonomik küreselleşme genel manada uluslar arası ticaretin ve yatırımın yayılması ve yoğunlaşmasına karşılık gelmektedir. Ekonomik küreselleşme aynı zamanda piyasa ekonomisinin gelişmesini dünya çapında ekonomik örgütlenmelerin hız kazanmasını, serbest ticaretin yayılmasını, sermaye hareketlerinin olağanüstü serbestliğini, dış ticaret hacmindeki genişlemeyi ve çok uluslu şirketlerin faaliyetlerinin genişlemesini getirmiştir.

Siyasi anlamda küreselleşme ise ekonomik küreselleşmenin tamamlayıcısı gibi olarak liberal ideolojinin ve onun kurumsal biçimlerinin yayılmasına ve ulus ötesi yönetici ve düzenleyici kurumların örgütlenmesine karşılık bulmak üzere kullanılmaktadır. Küreselleşme süreci ile birlikte devlet, toplum, birey ilişkisinin yeniden tanımlanması ihtiyacı ortaya çıkmış ve ulus devletlerin hakimiyeti sarsılmıştır.

Devletin küçültülmesi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, yerinden yönetim ilkesinin hayata geçirilmesi, devletin temel kamusal hizmetleri yerine getirmekle sorumlu tutulması insan hakları ve temel özgürlüklerin dikkate alınması, bireylerin devletten özerk ve sivil alanlarının mümkün olduğunca geniş tutulması, temsili demokratik sistemin yetersizliği, sistemin şeffaflaşması, kamu yönetiminin topluma hizmet aracı olduğu düşüncesinin öne çıkarılması ve katılımcı demokrasi gibi değer ve kavramlar küreselleşme süreci tarafından ele alınmıştır.

Kültürel anlamda küreselleşme bunlardan farklı ve tamamlayıcısı olarak ön plandadır. Özellikle batı kültürünün hakim hegemonyasında gelişmekte olan ülkeler batı kültürünü taklit etmişlerdir. Bu taklitin yanında iletişimde de yaşanan hızlı gelişmeler kültürel alanda etkin olmuştur. İletişimin gelişmesi kültürlerin iç içe geçmesini sağlamıştır. Artan tüketim kültürü içerisinde yemekten giyinmeye kadar benzemeyi, tek tipleşmeyi artırmakta ve kültürlerin yerelliğini tehdit etmektedir. (Ninja Kaplumbağalar Türkiye’de pizza satışını artırması buna mukabil yerel olan pide, lahmacun vs. ürünlerin satışının düşmesi)

Türkiye’ye baktığımızda ise küreselleşmeye ekonomik entegrasyonu son 20 yıl içerisinde artış göstermiştir. Bu durum işgücü, sermaye ve malların serbest dolaşımına büyük katkıda bulunmuştur. Daha öncesinde ülkemizde Dünya savaşları, Büyük Buhran sebebi ile dışa açıklık çok fazla gösterememiştir.

Ancak 1950’den sonra dışa açılımını başlatabilmiştir. 1980’li yıllarda artan liberal düşünce Türkiye’yi de etki altına almış ve dışa açılma faaliyetleri de hızlanmıştır. 90’lı yıllarda Sovyet Rusya’nın da yıkılması sebebi ile kurulan yeni devletlerle ticaret, vs. imkanların doğması Türkiye’yi harekete geçirmiş ve bölgede Karadeniz İşbirliği Teşkilatı, Ekonomik İşbirliği Teşkilatı, Developing Eight (D-8) gibi kuruluşların kurulmasında öncülük etmiştir.

Bu hareketlerinin yanında ülkemiz Avrupa Birliği’ne girme üyelik hedefini sürdürmüş onunla beraber doğuda bulunan komşu ülkeler ile de ilişkilerini geliştirmiştir.

1980 tarihinde gerçekleşen askeri müdahale öncesinde açıklanan 24 Ocak Kararları sonrasında Türkiye, dışa açık / ihracata dayalı büyüme stratejisini benimsedi. Bu dönemde uygulanan Kalkınma Planları temel olarak, verimlilikte artış sağlamayı ve ekonominin rekabet gücünü artırmayı amaçlamaktadır. Bu çerçevede, piyasa ekonomisinin güçlendirilmesi yönünde adımlar atıldı. Ekonominin dış rekabete açılması, kamu kaynaklarının doğrudan üretim faaliyetleri yerine altyapı yatırımlarına yönelmesi ve mali piyasaların serbestleştirilmesi piyasa ekonomisinin güçlendirilmesi yönünde atılan başlıca adımlar olmaktadır.

1961 yılında yürürlüğe konan yeni anayasa marifetiyle iç pazara yönelik, ithal ikameci planlı kalkınma stratejisi uygulanmaya konduktan sonra yapısal bir dönüşüm gerçekleştirilerek devletin ekonomik kalkınmada önemli bir rol üstlenmesinin sağlandığı görülmektedir. Bu dönemde sanayileşmenin finansmanı tarım ürünleri ve hammadde ihracatı ile sermaye ithali (dış borç) oluşturmaktadır.

Türkiye’deki polit-ekonomik sistem 1970’li yılların sonunda ekonomik ve siyasal istikrarsızlık ve kriz üreterek tıkandıktan sonra 12 Eylül 1980’de askeri darbe marifetiyle başka bir ekonomik rejime, İhracata Yönelik Sanayileşme modeline, geçiş yapılmıştır.

24 Ocak 1980 kararları seçilmiş sivil hükümetler tarafından uygulanamamış, 12 Eylül askeri darbesinden sonra kurulan cunta hükümetinin teknokratları tarafından etkin bir şekilde uygulanarak piyasa ekonomisinin yolu açılmıştır. 24 Ocak 1980 kararları ekonomide çok önemli bir dönüm noktasını oluşturarak devletçilikten, müdahalecilikten ve korumacılıktan piyasa ekonomisine geçilmesinde ilk adımın atılmasını sağlamaktadır.

Böylece ithal-ikameci sanayileşme stratejisi terk edilerek içe dönük, gümrük vergileriyle korunan bir tüketim sanayiden, dışa açılma, üretim malları bağlamında ihracatı geliştirme ve çeşitlendirme, küresel pazarda rekabeti temel alma, kamu yatırımlarının azaltılması, özel teşebbüs ve özel yabancı sermaye akımının teşviki unsurları net bir şekilde ortaya konulmaktadır.

1984’den itibaren geçerli olmak üzere ithalat kotaları, ithalatta miktar kısıtlamaları kaldırılmış, ithalat serbest bırakılmıştır. Bu arada nihai tüketim malları ve dayanıklı tüketim mallarının ithalatı serbest bırakılarak, 1984’den itibaren de gümrük vergileri eski yıllara oranla büyük ölçüde düşürülmüştür

Yatırım faktörü perspektifinden bakıldığında, ticarette dışa açıklığın yatırım olgusunu ön plana çıkartmasının sebepleri; ticarete konu olan sektörün sermaye yoğun nitelikte olması, yatırım malları üretimi bir dereceye kadar ithal ara mallarını kullanması ve uluslararası piyasalardaki rekabetin sermayenin fiyatını düşürüyor olması olarak gösterilebilir.

Türkiye, Batı’yla Doğu’nun, Kuzey’le Güney’in buluştuğu bir noktada, Avrasya’nın merkezinde yer almakta olup, küreselleşmenin etkilerine geniş oranda açık durumdadır. Türkiye’nin küreselleşme sürecinden büyük ölçüde etkilenmekte olmasının diğer bir nedeni de coğrafyasında barındırdığı insan topluluğunun özelliğine ilişkindir.

Türkiye, sahip olduğu özel coğrafi konumu ve köklü tarihi nedeniyle kültürler ve medeniyetlerarası diyaloğa ev sahipliği yapan bir ülke konumundadır. Esasen farklı insan toplulukları arasındaki ilişki ve etkileşimlerin radikal bir şekilde artışı olarak tanımlanan küreselleşmenin, bu özelliği haiz bir ülkeye büyük ölçülerde etki yapması kaçınılmazdır.

Türkiye mevcut konumu, toplumsal ve siyasal durumu, tarihsel mirası ve bulunduğu coğrafyanın özellikleri itibariyle kendine has nitelikleri olan bir aktördür. Anılan nitelikler Türkiye’yi istisnai bir devlet konumuna taşımaktadır. Bölgenin kadim medeniyeti olması, imparatorluk bakiyesi bir ulus devlet olması, Doğu-Batı özelliklerini eşanlı taşıması gibi nitelikler Türkiye’yi özellikli devlet haline getirmektedir.

Zamanın ruhu, konjonktürel nitelikler ile Türkiye’nin yaklaşık son yüzyılına damga vuran politik, ekonomik ve sosyal gelişmeler Türkiye’nin bölgesel ve küresel etkisini artırmıştır. Türkiye, çevresinde yaşanan bölgesel ve küresel gelişmelere, aktif dış politika izlemek suretiyle müdahil olmakta ve böylece etki kapasitesini artırmaktadır. Bunu bir taraftan uluslararası örgütler nezdinde, bir taraftan ABD ve Rusya gibi küresel aktörler ile diğer taraftan AB ve diğer bölgesel aktörler nezdinde izlediği çok taraflı politikaların da katkısıya başarmaktadır.

Türkiye’nin içinde bulunduğu döneme dair dış politika vizyonunun çok taraflı, hareketli, girişimci ve insani dış politika odaklı olması Türkiye’ye yeni ufuklar açmıştır. Covid-19 gibi küresel sorunlarda, Ukrayna-Rusya Savaşı ile İran-ABD çatışmalarında üstlendiği diplomatik ve siyasi roller, Libya iç savaşı, İkinci Karabağ Savaşı ve Suriye iç savaşında üstlendiği askeri ve politik kritik girişimler neticesinde Türkiye, pasif ve bekle gör anlayışıyla hareket eden dış politikadan pro aktif ve oyun kurucu bir role evrilmiştir.

Türkiye, gelişen bir bölgesel güç olarak kabul edilmektedir. Bölgede yaşanan yapısal değişimler ile Türkiye farklı ve zorlayıcı yönü ağır basmayan politikaları izlemiştir. Türkiye’nin bu potansiyeli önceden bir kimlik kırılması olarak değerlendirilirken son zamanlarda Türk dış politikasının itici gücü olmuştur.

Dış politikada yaşanan bu değişime ekonomideki yükselişin de eklenmesiyle Türkiye bölgede daha güçlü bir konuma ulaşmıştır. Bu sayede Türkiye bölge devletleriyle olan ticaret hacmini artırmıştır. Türkiye bölgede ticaret, turizm, kültür ve sivil toplum alanlarında daha aktif hale gelmiştir. Bu bağlamda artan yatay iletişim toplumsal ağların güç kazanmasının yolunu açmıştır.

Türkiye’nin kültürel değerleri, tarihsel mirası, devlet örgütlenmesi, uluslararası arenadaki stratejik pozisyonu ve ekonomik yetkinlikleri ile bölgede güçlü bir diplomasi potansiyeline sahiptir. Özellikle Ortadoğu bağlamında ortak tarih ve din üzerinden geliştirilen ilişkilerin oluşturduğu sosyal bağlar, karşılıklı ekonomik bağımlılık ve Türkiye’nin örnek siyasal yapısı bölge devletleriyle kurulacak olan diplomasi faaliyetleri açısından önemli avantajlar sağlamaktadır. Değişen dış politika uygulamaları ile Türkiye’nin, Ortadoğu için daha cazip bir aktör olarak görülmesini sağlamıştır.

Küreselleşme yolunda inceleyeceğimiz şeyler arasında Nato üyeliği, Avrupa Birliği’ne üyelik süreci ve bölgesel faaliyetlerimizde bulunmaktadır.

NATO üyeliğine baktığımızda Türkiye, NATO müttefikleri arasında en çok katkıyı yapan ilk 5 ülkeden birisidir.

Ege Denizi’ndeki düzensiz geçişin önlenmesi, keşif gözetleme ve denetim konularında destek sağlanması. Aynı zamanda Türkiye NATO’nun faaliyetlerine daimi katılım sağlamaktadır.

Irak’a askeri eğitmen ve askeri danışmanlık sağlanması. Irak’ta kuvvet koruma timi konuşlandırılması.

IŞİD ile mücadele koalisyonu kapsamında gerçekleşen NATO uçaklarının uçuşlarına yakıt ikmali gerçekleştirilmesi..

NATO Daimi Deniz Güçlerine ve NATO Daimi Mayın Karşı Tedbir Güçlerine daimi surette katılım.

NATO sürecinde ülkemiz küreselleşme yolunda önemli adımları yukarıda belirttiğimiz gibidir.

Avrupa Birliği’nde ise süreç NATO’dan biraz daha farklıdır. Burada üye olmamamıza rağmen tam üyelik için için müzakerelerimiz devam etmektedir.

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik süreci, 1963 yılında Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu ile ortaklık antlaşması imzalamasıyla başlayan ve 1987 yılında tam üyeliğe başvurmasıyla ivme kazanan süreçtir. 1999 yılında AB üyeleri tarafından aday olarak kabul edilen Türkiye, 2005 yılında tam üyelik müzakerelerine başladı.

Türkiye ile Avrupa Birliği’nin ilişkileri 31 Temmuz 1959’da Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na yaptığı ortaklık başvurusu ile başlar. AET Bakanlar Konseyi’nin başvuruyu kabul etmesi sonrasında 12 Eylül 1963 tarihinde Ankara Anlaşması imzalanmıştır. Ankara Anlaşması ortaklık yaratan bir anlaşmadır. Bunu 1970 yılında imzalanan Katma Protokol izlemiştir.

Türkiye’nin, sonradan Topluluk üyesi olan birçok ülkeden daha önce Topluluk ile ilişkilerini başlatmış olan bu iki önemli belge, o tarihlerden sonra ve 17 Aralık 2004 tarihli Avrupa Konseyi Sonuç Bildirgesi sonrasında hâlen devam etmekte olan süreçte Türkiye–AB ilişkilerinin hukuki dayanaklarındandır.

Tam üyelik müzakereleri 3 Ekim 2005’te başladı. İlerleme yavaştı ve katılım sürecini tamamlamak için gerekli olan 35 Fasıldan sadece 16’sı açılmış ve biri Mayıs 2016’ya kadar kapatılmıştı.Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki 2016 başlarında yapılan mülteci anlaşması, önceki durgunluktan sonra müzakereleri hızlandırmayı ve Türklerin Avrupa’da vizesiz seyahat etmesini sağlamayı amaçlıyordu.

2016’dan beri katılım müzakereleri durdu. AB, Türkiye’yi insan hakları ihlalleri ve hukukun üstünlüğü konusundaki eksikliklerle suçladı ve eleştirdi. 2017’de AB yetkilileri, planlanan Türk politikalarının AB üyeliği için Kopenhag kriterlerini ihlal ettiğini ifade ettiler. 26 Haziran 2018’de AB Genel İşler Konseyi, “Türkiye, Avrupa Birliği’nden giderek uzaklaşıyor. Bu nedenle Türkiye’nin katılım müzakereleri fiilen durma noktasına geldi ve başka fasılların açılması veya kapanması düşünülemez ve bu konuda daha fazla çalışma yapılamaz. AB-Türkiye Gümrük Birliği’nin modernizasyonu öngörülmektedir.

2007’de Türkiye, 2013 yılına kadar AB hukukuna uymayı hedeflediklerini belirtti ancak Brüksel bunu üyelik için son tarih olarak desteklemeyi reddetti. 2006 yılında Avrupa Komisyonu Başkanı José Manuel Barroso, katılım sürecinin en az 2021 yılına kadar süreceğini söyledi. 31 Ekim 2012 tarihinde Almanya’yı ziyaret eden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin Birliğe üyeliğinin Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Yıldönümü olan 2023’te gerçekleşmesini beklediğini belirterek, görüşmelerin o zamana kadar olumlu sonuç vermemesi halinde üyelik müzakerelerini sona erdirebileceklerini ima etti. Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türkiye’nin üyelik sürecini tamamladıktan sonra Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği için referandum yapacağını söyledi.

Türkiye’nin son dönemlerde ekonomik ve siyasal konularda daha aktif olması, kendi bölgesinde ve Osmanlı hinterlandında yeniden söz sahibi olmasının yolunu açmıştır. Özellikle Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin yaşadığı ekonomik kriz, kendi içlerine kapanmalarına ve dış politikalarını bu minvalde yeniden gözden geçirmelerine neden olmuştur. Bu durum ise Türkiye’nin yumuşak güç unsurları ile bölgesinde daha aktif olmasının yollarını açmıştır.

Nitekim Türkiye, sahip olduğu kültürel, siyasal, tarihi değerlerinin yanı sıra TİKA, AFAD, Yunus Emre Enstitüsü, Yurtdışı Türkler ve Akraba Toplulukları Başkanlığı gibi diplomatik ve ticari kurumları ile yumuşak güç unsurlarını başarılı şekilde kullanarak bölgesinde gücünü artırmış ve böylece kendini uluslararası politikada daha çok hissettirir hale gelmiştir.

Türk dış politikası her dönem komşu devletler ile var olan ortak tarihi ve kültürel mirası nedeniyle değişiklik göstermektedir. Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölgede yaşanan gelişmeler, ortaya çıkan savaş ve çatışmalar ile bölge siyasetinde ortaya çıkan yeni aktörler çeşitli bölgesel sorunlara neden olmaktadır. Bu doğrultuda Türkiye denge siyaseti izleyerek dış politikada bazen yumuşak güç bazen de sert güç unsurlarını kullanmaktan çekinmemiştir. Böylece Türkiye, bölgesinde aktif bir rol izleyerek pasif bir dış politika anlayışından uzaklaşmıştır

Türkiye, 2000’li yıllarla birlikte dış politikada geliştirdiği stratejik kültürün bir yansıması olarak uluslararası alanda görünürlüğünü artırmaya başlamıştır. Böylece Türkiye, bölgesel sorunlar ve olası çatışmalarda önleyici roller üstelenmiş, aynı zamanda uluslararası ekonomik ortaklıklarda jeostratejik üstünlük kurmuştur

Türkiye son yıllarda Doğu Akdeniz ve Karadeniz’de yeni enerji kaynaklarının keşfiyle birlikte daha aktif bir bölgesel güç olma çabası içerisinde önemli adımlar atmaktadır. Örneğin Orta Asya devletlerinin Batı piyasalarına eklemlenmesi ve enerji kaynaklarının Türkiye koridoru üzerinden Batı piyasalarına transferini sağlayacak projeler önemli gelişmeler olarak kabul edilmektedir.

Nitekim 2022 yılında gerçekleşen Rusya-Ukrayna Savaşı hem Türkiye’nin diplomatik gücünü hem de Rusya enerji kaynaklarına alternatif seçeneklerin değerlendirilmesi yönündeki çabalarının önemini ortaya koymaktadır. Bu kapsamda Türkiye Orta Asya ve Ortadoğu’da etkin bir bölgesel güç olarak kabul edilmektedir.

Gerçekten de Türkiye’nin her şeyden evvel gerçekleştirdiği enerji boru hatları projeleri ve başta Doğu Akdeniz’de ve Karadeniz’de olmak üzere izlediği enerji politikaları ile jeopolitik kazanımlar elde etmektedir. Türkiye hayata geçirdiği enerji boru hatları ile küresel etkinliğini artırmaktadır. Tüm bunlar hem Türkiye’nin enerjide artan rolünü güvenceye almakta hem de ekonomik kazanımlar sağlamaktadır. Bu durum Türkiye’nin uluslararası politikadaki etkinliğini artırarak jeopolitik gücünü pekiştirmektedir.

Türkiye 21. yüzyılda dış politikada diplomatik, askeri, ekonomik ve kültürel araçlara ilave olarak arabuluculuğu da dinamik bir araç olarak kullanmaya başlamıştır. Bu yönüyle Türkiye’nin salt bir alanda faaliyetler göstermekte kalmayıp, o alanın parametrelerini etkilediği ve hatta dönüştürdüğü belirtilmektedir. Bu bağlamda Türkiye arabuluculuk açısından 2010’lu yıllarda normların oluşumuna, kurumların dönüşümüne, kapasitenin geliştirilmesine etki etmiştir

Bu dönemde STK’lar hiçbir dönemde olmadığı kadar etkin bir pozisyon kazanmıştır. Türk dış politikası ise aynı şekilde devlet dışı aktörlerin katılımı ile onlardan yararlanan bir yapı kazanmıştır. Böylece Türkiye’nin yumuşak güç unsurları küresel ve bölgesel ölçekte hissedilir bir düzeye ulaşmıştır.

2000’li yıllara kadar Türk dış politikasının gündeminde neredeyse yer edinmeyen Afrika ve Güney Doğu Asya gibi bölgeler STK’ların etkisiyle Türkiye’nin ilgi alanına girmeye başlamıştır. Türkiye, uluslararası çatışmalar ve sorunlar karşısında yürüttüğü arabuluculuk faaliyetleri ile arabuluculuğun kurumsallaştırılması noktasında başarılı bir süreç yönetmektedir. Bu süreç ile Türkiye, kısa ve orta vadede bölgesinde yaşanabilecek güvenlik odaklı değişimler karşısında etkin ve öncü bir arabulucu aktör olmanın altyapısını da hazırlamıştır.

Özellikle Afrika açılımı Türkiye’yi, Afrika’daki uluslararası politikanın yeni aktörlerinden biri haline getirmiştir. Afrika ile 2003’teki 5 milyar dolarlık ticaret hacmi 25 milyar dolar seviyelerine ulaşmıştır. Ekonomik ilişkiler diplomatik ilişkilerde de kendini göstermiş ve Türkiye’nin kıtadaki diplomasi ağı olan büyükelçilik sayısı 12’den 49’a yükselmiştir. Son dönemdeki SİHA’lar başta olmak üzere silah ticareti ise Türkiye’nin bölgede önemli bir başka atılımı olarak öne çıkmaktadır. Öyle ki Etiyopya’nın Abiy Ahmet yönetimindeki federal hükümeti kendisini Türk yapımı İHA/SİHA’lar sayesinde mağlubiyetten kurtarmıştır.

Türkiye’nin jeopolitik çıkarlarının yanı sıra 21. yüzyılda İHA/SİHA teknolojisi başta olmak üzere savunma sanayide geliştirdiği atılımlarla küresel ve bölgesel ölçekte güçlü bir aktör olmuştur. Türkiye, jeopolitik durumundan kaynaklı karşı karşıya kaldığı tehditleri ortadan kaldırmak ve bölgesinde güçlü bir aktör olmak için jeostratejik hedeflere uygun dönüşümü bu dönemde başlatmıştır.

Bu bağlamda Türkiye’nin başta terörle mücadelede kullanılmak üzere savunma sanayide gerçekleştirdiği atılımlar ile İHA/SİHA üreten birkaç devletten biri olması Türkiye’yi bölgesinde jeopolitik bir güç merkezi haline getirmiştir. Örneğin Polonya, Azerbaycan, Katar, Ukrayna, Türkmenistan, Fas ve Kırgızistan gibi devletlere satılan SİHA’lar ile Türkiye salt silah üreten ve satan bir devlet olmakla kalmamakta, aynı zamanda Libya ve Azerbaycan gibi bölgelerde bu SİHA’ların kullanılmasıyla siyasal güç kazanımı da elde etmektedir. Ayrıca bu alandaki bağımlılığını ortadan kaldırarak küresel piyasalardaki pozisyonuna güç katmaktadır.

Öyle ki Türkiye’nin geliştirdiği savunma sanayi ürünleri ihracatı 2013’de 1,5 milyar dolar seviyelerinde iken 2019’da 3 milyar dolar seviyesine ulaşmıştır. Ancak bunun ötesinde önemli olan nokta savunma sanayi ürünlerinin ihracatında %35’lik kısmın ABD gibi önemli bir küresel aktöre yönelik gerçekleşmesidir. Bu rakamlara AB ve diğer Batılı devletler eklenince oran %60’lara varmaktadır. Kalan %40’lık kısımda ise ilk üç sırada Azerbaycan’ın, Birleşik Arap Emirlikleri’nin ve Ürdün’ün yer aldığı diğer devletler oluşturmaktadır.

Türk dış politikası günümüzde bölgesel ve küresel meydan okumalarla yüzleşmektedir. Bölgesel politikaların etkinliğinin arttığı bir politik atmosfer ile yüzleştiğimiz bu zamanda yaşanan gelişmeler; yüz yıl önceki hesapların tekrar görüleceği, dondurulmuş ihtilaflar ile çatışmaların çözüleceği ve nihayetinde her devletin kendi söküğünü kendisinin dikeceği bir anarşi ve kaos dönemi olasılığını göstermektedir.

Böyle bir uluslararası konjonktürün hâkim olduğu dönemde Akdeniz, Karadeniz, Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu ve Avrupa kimliklerine sahip olan Türkiye izlediği stratejik dış politika ile bölgesinde artan etkisiyle yükselen bir aktör haline gelmektedir.

Ekonomik, siyasal ve kültürel açıdan İslam dünyası ile ilgilenmekten vazgeçmeyen Türkiye, benzer ilişkileri Türk dünyası ile de kurmaktadır. İslam dünyasını terk etmeden demokratik yapısıyla Batı ile entegre olan Türkiye, izlediği dış politika ile bölgesinde yükselen bir değer olmaktadır. Bu yönüyle Ortadoğu devletleri açsından model bir devlet olarak görülebilir.

Soğuk Savaş sonrası dönemde Türk dış politikası köklü değişimler yaşamıştır. Bu değişimlerden biri de Türkiye’nin hem bölgesel hem de küresel düzeyde artan bir biçimde aktif roller üstlenmesidir. Çevresel dinamiklere daha duyarlı olmaya ve krizleri çözmek için bazen iki taraflı bazen de çok taraflı aktif diplomasiye önem veren Türkiye, birçok gözlemcinin dikkatini çekmiştir. 2000’li yıllarda yeniden merkez olma stratejisi ile yön verilen Türk dış politikasının göze çarpan tarafı, uluslararası örgütlerde giderek daha fazla artan ve çeşitlenen rolüdür.

Küresel düzlemde ortaya çıkan sorunların çözümünde küresel bir işbirliği gerektiğine inanan Türkiye, dış politikasını da bu bağlamda şekillendirmektedir. Türk dış politikası, hem ikili ve bölgesel ilişkileri geliştirmekte hem de geliştirilen bu ilişkilerin ortaya çıkaracağı etki ile küresel ve bölgesel barış, istikrar ve güvenlik ortamını oluşturmaya yöneliktir.

2000’li yılların başında Türkiye’de gerçekleşen iktidar değişimine paralel olarak merkez ile çevre ilişkilerinde güçlü bir etkileşim yaşanmıştır. Bu etkileşimin sağladığı meşruiyet siyasi iktidarın merkezi değiştirme amacında iti güç olarak görülmektedir. Böylece siyasi iktidar hegemonyayı oluşturan sivil toplumun desteği ile politik toplumun enstrümanlarında dönüşümü başlatmıştır.

Yaşanan iktidar değişimi ile birlikte Türkiye bir taraftan ülke içi dinamiklerde güçlü dönüşümleri hayata geçirmiş diğer taraftan dış politikayı değiştirmeye, kapasitesini ve kabiliyetini güçlendirme yoluyla bölgesel ve küresel kuruluşlarda daha aktif roller üstlenmeye başlamıştır.

Türk dış politikasında uluslararası örgütlere olan ilgi giderek daha da artmıştır. Türkiye’nin üye olduğu uluslararası örgütlerin sayısı ile geliştirilen işbirliği alanları arasında doğrusal bir ilişki söz konusudur. Türkiye’nin uluslararası örgütlere üyelikleri ve bu örgütler ile olan ilişkilerin dönemsel olarak yapılan incelemelerde Türk dış politikasının çağın gereklerine uygun bir biçimde değişim gösterdiği ortaya konulmuştur. Bu incelemede Türkiye’nin küreselleşme dönemine hızlıca entegre olduğu ve uluslararası sistemde diplomasiye ağırlık veren güçlü bir aktör olduğu tespit edilmiştir.

Küresel bir aktör olma yolunda ilerleyen Türkiye, çatışmaların çözümü ve arabuluculuk faaliyetlerini temelde iki farklı biçimde ortaya koymaktadır. Türkiye ilk olarak çatışmaların çözümü için uluslararası örgütleri bir araç olarak kullanmaktadır. Bu bağlamda uluslararası örgütlerdeki girişimleri ya bizzat kendi başlatmakta ya da diğer aktörlerin başlattığı girişimleri desteklemektedir. Birleşmiş Milletler (BM), Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) ve İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) gibi uluslararası örgütlerdeki girişimler bu kapsamda değerlendirilmektedir.

Öte yandan Türkiye arabuluculuk faaliyetlerini sadece uluslararası örgütler üzerinden yürütmekle yetinmemektedir. Bu bağlamda “sahada arabuluculuk faaliyetleri” olarak da nitelendirilen önleyici diplomasi faaliyetleri de uluslararası sorunların ve çatışmaların çözümünde aktif olarak kullanılan bir diğer yöntemdir. Özellikle bölgesel çatışmaların çözümünde bu yöntemin tercih edildiği görülmektedir.

Türkiye siyasal, askeri ve ekonomik açıdan güç kazandıkça uluslararası sistemdeki konumunu yeniden tanımlamış ve uluslararası örgütlerle işbirliği alanlarını genişletmiştir. Türkiye, birçok uluslararası örgütte önemli roller oynamaktadır. Örneğin AB’ye üye olabilmek için uzun yıllardır çaba göstermektedir. BM üyesi olan Türkiye, aynı zamanda NATO üyesi bir ülkedir ve uluslararası barışın sağlanması için hem BM’nin hem de NATO’nun barışı koruma operasyonlarında aktif rol oynamaktadır.

Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) tarafından düzenlenen ekonomi ve sosyal konularda örgütün üyesi olarak çeşitli roller üstlenmektedir. Batı dünyası ile ilişkilerini sürdüren Türkiye, İslam dünyası ve Türk dünyası ile de yakın ilişkiler kurmaktadır. İslam İşbirliği Teşkilatı ve Türk Devletleri Teşkilatı üyesi olması bu açıdan önem arz etmektedir. Bu örneklerin sayısını artırmak elbette mümkündür. Türkiye bu tür örgütlerle geliştirdiği işbirliği ile küresel krizlerin çözümünde ekonomik, sosyal, siyasal ve güvenlik odaklı konularda işbirliği yapmak suretiyle somut adımlar atmaktadır.

Türkiye, NATO tarafından gerçekleştirilen birçok askeri operasyonlarda yer almıştır. 1995’de Bosna-Hersek Savaşı’nda IFOR (Initial Force) ve SFOR (Stabilization Force), 1999’da Kosovo Savaşı’da KFOR (Kosovo Force), 2001’de Afganistan’da ISAF (International Security Assistance Force), terörizmle savaş kapsamında Akdeniz’de yürütülen Etkin Çaba Harekâtı (Active Endeavour), ve 2011’de Libya Savaşı’ndaki operasyonlarda Türkiye NATO’nun ortak güvenlik ve savunma amaçlarına katkıda bulunmak için aktif roller almıştır.

Üye ve müttefik ülkelerin güvenliğini sağlamak, terörle mücadele etmek, insan haklarını korumak, çatışmaları çözmek, barışı sağlamak ve istikrarı sağlamak gibi amaçlarla gerçekleştirilen NATO operasyonlarına Türkiye askeri personel ve teçhizat ile lojistik destekler sağlamak ve hava sahasını açmak gibi çeşitli yöntemlerle destek vermiştir. Benzer şekilde BM tarafından Sudan ve Somali gibi Afrika ülkelerinde yürütülen barış gücü operasyonlarına askeri personel sağlamıştır.

Avrupa, Ortadoğu ve Kuzey Afrika sınırlarında yer alan tek Avrupa ülkesi olan Türkiye birçok bölgeyle komşu konumundadır. Genişleme politikaları izleyen AB için de bu durum önemlidir. Üç kıtanın bağlantı noktası olan Türkiye, bu kıtalara açılmak isteyen küresel aktörler için olduğu kadar NATO içinde vazgeçilmez bir devlettir. Öyle ki Batı dünyası özellikle NATO bağlamında Türkiye ile işbirliği yapmak zorundadır. Artık Avrupa’nın kriz noktaları sadece Orta ve Doğu Avrupa, Güneydoğu Avrupa ya da Baltık’ta değil, aynı zamanda Batı Avrupa’nın içinde de kriz olasılığı taşıyan problemli bölgeler bulunmaktadır.

Türkiye’nin bu bölgelerde çözüm üretebilecek imkân ve kabiliyeti bulunmaktadır. Önleyici diplomasiden barışı koruma faaliyetlerine ve barış güçlerinde fiilen aktif roller üstlenmeye kadar birçok noktada uluslararası toplumla birlikte hareket eden Türkiye, AB ve NATO açısından güvenlik ve savunma perspektifinden dikkate değer bir oyun kurucudur.

Türkiye, Montrö Sözleşmesi’nden doğan haklarını kullanarak NATO ile Rusya arasında dengeleme politikası uygulayarak Karadeniz’i bir çatışma alanı haline gelmekten korumaya çalışmaktadır. Rusya-Ukrayna Savaşı’nda iki devlet arasında Antalya’da arabuluculuk faaliyetleri gerçekleştirmiştir. Türkiye, tahıl ambarı olarak kabul gören Ukrayna’da yaşanan savaştan ötürü patlak veren tahıl krizinin çözümünü için koridor kurulmasına öncülük etmiş ve başarılı olmuştur.

Rusya ile ABD ve NATO arasında bir nevi iletişim köprüsü kurmuştur (Dinçer, 2023:53). Antalya Diplomasi Forumu’nda başlayan diplomatik başarılar İstanbul’da devam etmiştir. Bu toplantıda ilk kez ateşkes şartları konuşulmuştur. Savaşan iki devletin masada bir araya gelmesini sağlayan Türkiye, uluslararası aktörlerden övgüler almıştır. Dahası Ukrayna, Türkiye’nin garantör devlet olmasını talep ederken birçok AB ülkesi kalıcı barış için Türkiye’nin arabuluculuk yapmasının önemini vurgulamıştır.

Türkiye’nin uluslararası sorunların çözümünde attığı en önemli adımlardan biri de İran’ın 2000’li yıllarda nükleer programına hız vermesi ve nükleer programının barışçıl hedeflerin dışında başka amaçlar da taşıdığına yönelik şüphelerin artması ile ortaya çıkan sorundur. Türkiye, Batı ile İran arasındaki gerginleşen ilişkilerin barışçıl yollarla çözülmesi için Brezilya ile birlikte hareket ederek İran ile BM Güvenlik konseyi arasında köprü vazifesi üstlenmiştir (Tunçarslan, 2018:74).

Türkiye’nin İran ve Batılı devletlerle geliştirdiği diplomatik girişimler neticesinde 17 Mayıs 2010’da düşük oranda zenginleştirilmiş uranyumun Türkiye’de tutulmasını içeren bildiri İran, Türkiye ve Brezilya arasında imzalanmıştır (Gürzel, 2012:141). Ancak BM Güvenlik Konseyi Türkiye’nin tüm çabalarına rağmen İran’a ambargo uygulamaktan vazgeçmemiştir. Yeni yaptırımlar uygulamak için yapılan oylamada Türkiye ve Brezilya aleyhte oy kullanmıştır. Ancak 12 üyenin lehte oy kullanması ile ambargonun kapsamı genişlemiştir

Küreselleşmenin adımlarından bir diğeri de kültürel etkileşim ve yumuşak güç’tür.  21. yüzyılın teknolojik ve dijital devrimleri, insanlar arasındaki iletişim ve etkileşimi bugüne kadar hiç olmadığı ölçüde artırmaktadır. Dünyada yaşanan ekonomik ve siyasi gelişmeler insanların ve toplumların turizm, göç, eğitim amaçlı nüfus hareketliliklerini hızlandırarak fiziki karşılaşmalarını; zamanı ve mekânı önemsizleştiren sosyal medya uygulamaları ise yarattığı sanal dünyalar üzerinden kültürel karşılaşmalarını yoğunlaştırmaktadır.

Fikirleri ve kültürleri dünya ölçeğinde bütünleştiren küreselleşme süreci, sınırları aşan kültürel etkileriyle yerel kültürleri tehdit etmekle birlikte bütün kültürler için fırsatlar da sunmaktadır. Bir taraftan küreselleşme ve yeni medya düzeninin ürettiği kültür endüstrisinin tek tip kültürü pazarlanırken, diğer taraftan kültürlerin kendi varlıklarını ve güçlerini fark etmelerini sağlamakta, kültürel alışveriş ve etkileşimin bir merkezden ve müdahaleler yerine doğal bir süreçle gerçekleşmesi için alternatiflere fırsatlar yaratmaktadır.

İnsanların bir arada yaşamasını sağlayan kültür ile toplum arasında sadece günümüzün teknoloji dünyasında değil daima varoluşsal bir ilişki söz konusu olmuştur. İnsanları birbiriyle kaynaştıran ve toplumsal kimlik veren bir değer olan kültür, birinin yokluğunun diğerinin de yokluğu anlamına gelecek kadar milli varlıkla özdeş bir kavramdır. Bu nedenle sosyolojik bir varlık olan milletin varlığı ve devamlılığı, özgün kültür değerlerinin varlığı ve nesiller boyu aktarılabilmesiyle mümkündür.

Kültür bir taraftan tarihseldir, geçmişten bugüne zaman içerisinde evrimini sürdürür. Sembolleri ve bunlar üzerinden oluşan anlamları, her türlü davranış kurallarını kapsayan normların tarihsel aktarım sistemini ifade eder. Diğer taraftan toplumsal bir olgudur. İnsanların toplumlarından edindikleri bütün alışkanlıklar ve yetenekler kültürün bir parçasını oluşturur.

Kültür üzerine farklı disiplinlerin kendilerine özgü yaklaşımları ve tarifleri söz konusu olsa bile, genel anlamda, insanların ürettiği bütün değer ve ürünlerin kültürü oluşturduğu söylenebilir. Kültür öğrenilen davranışlar olmakla birlikte, kültürel normlar aracılığıyla nesilden nesile bütüncül bir şekilde aktarılabilmektedir. Milliyet ve etnisite kavramlarından ayırmanın hayli güç olduğu kültürü; antropologlar gelenek, dünya görüşü, dil, akrabalık, sosyal grup ve günlük uygulamalarıyla bir grubu diğerinden ayırt etmek için kullanmaktadır.

Kültürün daha çok inanç ve değerler sistemini kapsayan manevi unsurları ifade ettiği düşüncesi yaygındır. Toplumlara ve milletlere asıl kimliğini veren ve karakterini belirleyen kolektif davranışlar, tutumlar, örfler ve adetler gibi moral unsurlar manevi kültürün birer parçasıdır.

Bir kültürün egemen olduğu alan ‘kültürel coğrafya’ olarak tanımlanmaktadır.  Türk kültürünün de tarihi süreç içerisinde doğduğu, geliştiği ve varlığını sürdürdüğü bir kültürel coğrafyası söz konusudur. Türk kültürünün yaşatıldığı kültür ocağındaki giyim-kuşam, dil, müzik, moral değerler, örf ve adetler gibi çeşitli özelliklerin varlığı ya da yokluğuyla sınırları çizilebilecek bu coğrafya, son yıllarda artan bir iletişim ve etkileşim içerisine girmiştir.

Gelişen teknoloji ve haberleşme sistemleri, artan nüfus yapısı ve dünyanın ekonomik ve siyasi yapısındaki değişimler, bütün dünyada olduğu gibi Türk kültür coğrafyasında da seyahat ya da göç hareketlerine yol açmaktadır. Yükseköğrenimde öğrenci değişim programları, turizm, göç, ticari ve diplomatik trafik gibi amaçlarla gerçekleşen nüfus hareketleri, Türkiye ile diğer Türk ülkeleri arasındaki kültürel karşılaşmaları çoğaltmaktadır. Yüz yüze iletişimin yanı sıra, sosyal medya uygulamaları, film endüstrisi gibi pek çok yeni mecra üzerinden gerçekleşen karşılaşmalar, Türk kültürlerinin birbirlerini yakından tanımasına fırsat yaratmaktadır.

Türk kültür coğrafyasının sınırlarını, Türk dili konuşan ülkelerin yanı sıra başta Osmanlı devleti olmak üzere geçmişteki Türk devletleriyle etkileşime girmiş toplumların yaşadığı sahalar olarak işaretleyebiliriz. Dil dışında kültürü belirleyen gelenek, görenek, tarih, din, sanat ve dünya görüşü gibi diğer ögeler dikkate alındığında ise Türk kültür coğrafyasının sınırları, Türk dili coğrafyasının çok daha ötesine taşmaktadır.

Türk dilini konuşmasa dahi geçmişte Türklerle birlikte yaşamış ve duygu, düşünce, değerler sistemi, ahlak, gelenek ve görenekleriyle kültürel özdeşliğe sahip toplumların yaşadığı ikinci bir coğrafya daha söz konusudur. Tarihte Türk kültürüyle etkileşimde bulunmuş büyük çoğunluğu Osmanlı bakiyesi toplumlar ile Türk dilli toplumların birlikteliği Türk kültür coğrafyasını oluşturmaktadır.

Çok geniş bir coğrafyada varlığını sürdüren Türk kültürünün üyelerinin yeni çağın imkânlarıyla artan karşılaşmaları, benzerlikleriyle birlikte farklılıklarını da ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla Türk kültür coğrafyasının iletişim çağı açısından olağan sayılacak karşılaşma trafiği, bütün kültürel buluşmalar gibi içerisinde zorluklar barındırmaktadır. Türk kültür coğrafyasının üyelerinin kendine has kimi özellikleri, zaman içerisinde değişen ve başkalaşan yönlerinin birbirleriyle iletişimlerinde zorlukları ve engelleri beraberinde getirmesi kaçınılmazdır.

Uzun bir tarihi geçmişe ve çok geniş bir coğrafyaya yayılmış olması, Türk kültürünün tarih boyunca farklı kültürler ve siyasi rejimlerle etkileşimini kaçınılmaz kılmıştır. Türklerin çok sayıda kültürle ve uygarlıkla etkileşimleri sonucu, kimisinin içinde şekil alarak, kimi durumda onları kendi içlerinde şekillendirerek yeni ve daha farklı formda birliktelikler meydana gelmiştir.

Sovyetler Birliğinin dağılması ve demirperdenin yüksek duvarlarının yıkılmasıyla Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Türkmenistan’ın bağımsızlığını elde etmesi Türk kültür coğrafyası adına bir milat olmuştur. Böylelikle kültürel özdeşliğe sahip bir milletin sahip olduğu yeni devletler, aralarındaki yapay engelleri birer birer kaldırarak her alanda iletişim kurmaya başlamıştır. 1991’deki bağımsızlık ilanları, uluslararası düzlemde Türkiye’nin yalnızlığını sona erdirerek Avrasya’da çok geniş bir coğrafyanın etkileşiminde yeni fırsatlar ortaya çıkarmıştır.

Türk kültür coğrafyasının iletişiminde ve etkileşiminde merkezi bir rol oynayan Türkiye’nin üzerine düşen rolü yerine getirmek için görevlendirdiği kurumlardan birisi olan TİKA’nın faaliyet sahası, son yıllarda etkileşim içerisindeki coğrafyanın boyutlarını göstermesi açısından dikkat çekicidir. Türkiye’nin dış politikasını, dünyaya ve bölgesine bakışını yansıtan rakamlara göre; TİKA, başka ülkelerde hizmet veren Program Koordinasyon Ofisi sayısını 2002 yılında 12’ye, 2012 yılında 33’e, 2020 itibarıyla ise 60 ülkede 62’ye yükseltmiştir. Kamu kurum ve kuruluşları, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve özel sektör arasında işbirliği mekanizması görevi yürüten TİKA, tüm aktörleri ortak paydalarda buluşturmakla önemli bir misyonu yerine getirmektedir.

2018 Küresel İnsani Yardım Raporu verilerine göre, Türkiye 2017’de 8,07 milyar dolar yardım ile dünyada en çok insani yardım yapan ülke konumundadır.

Yardıma en çok ihtiyaç duyulan ülkeler sıralamasında insani krizlerin yaşandığı Yemen’in yanı sıra iç savaşlarla boğuşan Suriye, Irak, Filistin, Etiyopya, Nijerya ve Güney Sudan’ın yer alıyor olması, kültürel coğrafyanın iletişimi açısından dikkat çekicidir. Bu ülkelerin çoğunun Türk kültür coğrafyası içinde bulunmaları, Türkiye’nin insani yardımlarına ayrı bir anlam kazandırmaktadır.

Türkiye’nin ve birlikte hareket edebilme kabiliyeti her geçen gün artan Türk kültür coğrafyasının, bölgesel ve küresel bir aktöre dönüşmesine katkı verecek dayanışma ve işbirliği örnekleri ekonomik sahayla sınırlı değildir. Türk Dünyasının UNESCO’su olarak adlandırılan TÜRKSOY, Türkiye’nin yanı sıra Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan Kültür Bakanları tarafından 1993’te kurulmuş uluslararası bir kültür örgütüdür. Türk halklarının gönül birlikteliğini ve kardeşliğini güçlendirmeyi, ortak Türk kültürünü gelecek nesillere aktarmayı ve dünyaya tanıtmayı gaye edinen TÜRKSOY, Türk halklarının ortak geçmişini, dil, edebiyat, kültür ve sanatını bir bütün olarak ele alan pek çok çalışmayı gerçekleştirmektedir.

Türk kültürünün Nevruz gibi ortak günlerini ve önemli isimleriyle ilgili anma etkinliklerini gerçekleştiren TÜRKSOY, ortak kültürel mirası gelecek nesillere aktarmada önemli bir misyon yürütmektedir. Kuruluş, kültür ve sanat hayatına renk katan şehirler arasındaki etkileşimi artırmak amacıyla her yıl bir şehri Türk Dünyası Kültür Başkenti seçerek Türk kültür hayatına katkılar vermektedir. Bunun yanı sıra, aynı kültür coğrafyasının önemli isimlerini tanıtmak üzere her yılı belirli isimlere adamaktadır.

Bu çerçevede, 2019’da doğumunun 650. Yılında İmadeddin Nesimi, 125. yılında Âşık Veysel Yılı; 2018’de doğumunun 90. Yılında Cengiz Aytmatov, 100. Yılında Gara Garayev ve 125. Yılında Mağcan Cumabay Yılı; 2017’de doğumunun 300. Yılında Azerbaycan edebiyatının önemli ismi Molla Penah Vagif Yılı; 2016’da doğumunun 1000. Yılında şair, bilim adamı ve düşünür Yusuf Has Hacib Yılı ilan edilmiştir.

Kültürün merkeze alındığı TÜRKSOY’un, yatırım ve yardımlaşmanın öne çıkarıldığı TİKA gibi kurumların zenginleştirdiği ilişkilere katkıda bulunan diğer kurumlar da zaman içerisinde kültürel etkileşim sürecine dâhil olmuştur. 1992’deki başlangıç yıllarında Türkçe Konuşan Ülkeler Zirvesi olarak adlandırılan uluslararası organizasyon, 27 Aralık 2011’de Türk Konseyi (Keneşi), 12 Kasım 2021’de ise Türk Devletleri Teşkilatı olarak yeniden düzenlenmiştir. Nahçıvan Anlaşmasıyla kurulan Türk Devletleri Teşkilatı’nın temel amacı; Türk dili konuşan devletler arasında kapsamlı iş birliğini derinleştirmek, bölgesel ve küresel barışa katkıda bulunmak olarak tanımlanmaktadır.

Teşkilata üye devletler arasındaki işbirliğinin ortak tarih, kültür, kimlik ve dil birliğinden kaynaklanan özel dayanışma temelinde inşa edileceği vurgulanmaktadır. Üye ülkeler siyasi, eğitim, gençlik ve spor, ekonomi, ulaştırma, gümrük, turizm, diaspora, bilgi ve iletişim teknolojileri, medya ve enformasyon gibi çok geniş bir alanda işbirliğini geliştirmeyi amaçlamaktadır. Türkmenistan’ın gözlemci ve diğer ülkelerin üst düzeyde tam katılımıyla gerçekleşen 12 Kasım 2021 İstanbul Zirvesi, organik bir işbirliği yolunda önemli adımlar atan üyelerin artan güvenine ve kaydedilen ilerlemeye işaret etmektedir.

Kültürel ortaklığı pekiştirmeyi amaçlayan kuruluşlardan Uluslararası Türk Akademisi, Türk kültürünün insanlık tarihine ve kültürel mirasına katkılarını araştırmak, Türk dili konuşan ülkeler arasındaki eğitim ve bilimsel işbirliğini teşvik etmek, akademik araştırmaları desteklemek gibi gayeleri taşımakta ve bu faaliyetlerle Türk halklarının bütünleşmesini kolaylaştırmaktadır.

Türk kültür coğrafyasının birbirini tanımasını, yakınlaşmasını ve iletişime geçmesini sağlayan kurumlar arasında üniversiteler önemli bir yer tutmaktadır. Kazakistan’ın Türkistan şehrinde eğitim faaliyetleri yürüten Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi, 31 Ekim 1992’de iki ülkenin üniversitesi olarak ortak değerlere sahip gelecek nesiller yetiştirilmesi amacıyla kurulmuştur. Bişkek’te 30 Eylül 1995’te kurulan Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi ortak kültür, dil ve tarihin yanı sıra ortak geleceğe yöneliş için atılmış adımlardan bir başkasıdır.

Kültürel etkileşimde en fazla ihtiyaç duyulan en az yararlanılan aktörlerin başında medya gelmektedir. Bu konuda atılabilmiş en ciddi adım olan TRT Avaz kanalı, dünyadaki Türklere yönelik kültür ve haber içerikli uluslararası yayınlar yapmaktadır.

Televizyon sadece teknolojik bir araç değil, toplumu değiştirme sürecinde yaygın olarak kullanılması sebebiyle, diğer iletişim araçlarından daha etkili bir araçtır.  Televizyon, sosyal kimliğin şekillenmesinde önemli bir rol oynar.

Bugün televizyon aracılığı ile yayılan popüler kültür, bir yandan geleneksel kültürü unuttururken, sanayileşmiş toplumların ürettiği kültürü, evrensellik adına güncelleştirerek, kültürel yapısı zayıf toplumların kültürü haline getiriyor. Oysa kültür, bir toplumun dil, eğitim, âdet ve sanat gibi değerlerinden doğmuş, sonra da işlene  işlene o toplumun hayat tarzı haline gelmiştir.

Türk kültür coğrafyasının kültürel bağlarını yansıtması ve bir anlamda gönül köprüsü olması hedefiyle hayata geçirilen kanalın, hitap ettiği geniş coğrafyaya uygun içerik üretebilme ve dolayısıyla sesini yeterince duyurabilme hususunda daha fazla çaba göstermesi gerekmektedir.

Türk kültür coğrafyasının ilişkilerini geliştirmek, birbirlerini tanımalarını ve anlamalarını sağlamak, ortak değerleri çoğaltarak gönül birlikteliğini güçlendirmek için çağın şartları ve imkânları önemli fırsatlar sunmaktadır. Günümüzün çok kutuplu dünya düzeninde, iletişim ve ulaşım imkânlarının sınırsız katkılarıyla Türk kültür coğrafyasının önünde aşılamayacak engeller kalmamıştır.

Küreselleşme konusunda önemli diğer adımlardan birisi ise turizm’dir. Turizm konusunda ülkemiz bir Turizm Stratejisi geliştirmiştir. Türkiye Turizm Stratejisi (2023) ve Türkiye Turizm Stratejisi Eylem Planı (2007-2013) 28/02/2007 tarih ve 2007/4 sayılı Yüksek Planlama Kurulu Karar›’yla onaylanmış olup, 02/03/2007 tarih ve 26450 say›l› Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.

Türkiye Turizm Stratejisi, turizm sektöründe, kamu ve özel sektörün yönetişim ilkesi çerçevesinde işbirliğini gündeme taşıyan ve stratejik planlama çalışmalarının yönetim ve uygulamasına yönelik açılımlar sağlamasını hedefleyen bir çalışmadır. Katılımcı planlama anlayışı ile hazırlanan Türkiye Turizm Stratejisi ve Eylem Planı ile üretim, yönetim ve uygulama süreçlerinde sektörün önüne bir yol haritası konularak yönlendirilmesi temel amaç olarak kabul edilmiştir.

Türkiye Turizm Stratejisi – 2023 çalışmasının temelinde yer alan bu yaklaşım, çalışmanın noktasal değil bölgesel, emredici değil yönlendirici, statik değil dinamik bir çerçevede geliştirilmesini olanaklı kılmaktadır.

Ülkemiz kıyı turizmi yanı sıra, alternatif turizm (sağlık ve termal turizm, kış sporları dağ ve doğa turizmi, yayla turizmi, kırsal ve eko turizm, kongre ve fuar turizmi, kruvaziyer ve yat turizmi, golf turizmi, v.b.) gibi turizm türleri açısından da eşsiz imkanlara sahip bulunmaktadır.

Bununla birlikte, bu potansiyel rasyonel anlamda kullanılamamaktadır. Türkiye Turizm Stratejisi 2023 ve Eylem Planı 2013, ülkemizin doğal, kültürel, tarihi ve coğrafi değerlerini koruma-kullanma dengesi içinde kullanmayı ve turizm alternatiflerini geliştirerek ülkemizin turizmden alacağı payı arttırmayı hedef almaktadır.

Söz konusu turizm kaynaklarının noktasal ölçekte planlanması yerine gelişim aksları boyunca turizm koridorları, turizm bölgeleri, turizm kentleri ve eko turizm bölgeleri oluşturacak şekilde ele alınması, bu değerlerin tanıtımı ve kullanım kriterlerinin belirlenmesi açısından daha doğru bir yaklaşım olarak görülmektedir. Böylece, turizm potansiyeli bulunan bölgelerin diğer alternatif turizm türleri ile cazibesi artırılacaktır.

Türkiye Turizm Stratejisi-2023’ün öngördüğü hedeflerle ülkemizin her yanına dağılmış durumda bulunan sağlık, termal, yayla, kış ve dağ sporları, kültürel açıdan önemli yer ve yerleşmelerin tek tek ele alınmasından çok bunların birbirleriyle entegrasyonu sayesinde daha cazip ve daha güçlü alternatif varış noktaları ve güzergâhlar oluşturulacaktır. Güçlü bir turizm güzergahı ve bölgesel varış noktası oluşturulması ile bu bölgeler içinde zayıf kalan yerleşmelerin kültür, el-sanatları, yeme-içme tesisleri ve konaklama imkanları ile güçlenmeleri de sağlanmış olacaktır.

Türkiye’deki turizm sektörünün COVID-19 salgını sürecinde nasıl etkilendiğine bakacak olursak, 2019’da 51.8 milyon turist ülkeyi ziyaret ederken bu rakam 2020’de 15.8 milyon kişiye geriledi. 2021’in sonlarına doğru artmaya başlayan turist sayısı yıl sonunda 29.3 milyon kişiye ve 2022’de 51.3 milyon kişiye ulaşarak 2019 rakamını yakaladı 2023’ün ilk 6 ayında bu rakam 21.3 milyon kişiye ulaştı.

Böylece Türkiye dünya ortalamasına göre daha hızlı bir toparlanma süreci geçirerek 2022’de dünyada en çok turist ağırlayan ülkeler arasında dördüncü sıraya yerleşti. 2018’de 43.7 milyon turist ağırlayarak dünya sıralamasında 6. sırada yer alan Türkiye, 2019’da 51.8 milyon turist ile yine altıncı sıradaki konumunu korumuştur 

Türkiye, 2022’de 51.3 milyon kişiyle 2019 seviyesine ulaşarak sıralamadan çıkan Çin ve gerileme yaşayan diğer ülkeleri geride bırakarak iki sıra birden yükselmiş durumdadır.

Listede yükseliş kaydeden bir diğer ülke ise İngiltere’dir. İngiltere, 2019’da 10. sırada yer alırken, 2022’de 7. sıraya yükselmiştir.

Keza Birleşmiş Milletler tarafından açıklanan verilere göre Türkiye’deki turizm sektörünün 2019 rakamlarıyla karşılaştırılmalı analizlerinde turizm gelirlerinin 2020’de %75 daraldığı görülmektedir. Bu oran dünya ortalamasının üstünde olmasına rağmen 2022’de bu rakam %1’e kadar gerilemiştir. Dahası 2023’ün ilk altı ayında %75’lik bir artışla dünya çapında sekizinci sırada olan Türkiye, popüler ilk 10 ülke arasında en hızlı gelişen tek ülkedir. Türkiye’nin en yakın takipçisi 2023’ün ilk 6 ayı verilerine göre %45’lik bir artış ile 15. sırada yer alan İngiltere’dir.

Bir başka deyişle Türkiye, COVID-19 salgınının etkilerinin azalmasından sonra önde gelen turistik güzergahlar arasında turizm gelirleri açısından en hızlı gelişen ülke konumundadır. 2023’ün ilk altı ay verileri bir önceki yılın aynı dönemi ile karşılaştırıldığında %19’luk bir artış kaydedilmiş olması, son iki yıldaki gelişim hızının artarak devam ettiğini göstermektedir. Bu hızlı yükselme oranını sene sonu için baz alacak olursak yıl sonundaki Türkiye’nin turizm gelirleri 55 milyar dolara ulaşacak potansiyele sahiptir.

Bu geliri oluşturan iç dinamiklere baktığımızda gelir dağılımı içerisinde turist profilleri incelendiğinde son yıllarda yaşanan gelişmelerin sektöre olan etkisi daha iyi anlaşılmaktadır. Yurtdışında ikamet eden Türk vatandaşlarının harcamaları gerek süreklilik gerekse kişi başına harcama tutarı açısından yabancı turistlerin sağladığı katkıdan daha fazladır.

2003’te 3.6 milyar dolardan 2019’da 5.89 milyar dolara çıkan yurtdışında ikamet eden Türk vatandaşlarının bir başka deyişle gurbetçilerin yaptığı harcamalar, 2020’de 2.96 milyar dolara gerilemesinin ardından sırasıyla 2021’de 5.83 milyar dolara, 2022’de 7.06 milyar dolara yükselirken, 2023’ün ilk altı ayı için bu rakam 3.68 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. Toplam gelir içerisindeki düşüş ile karşılaştırıldığında gurbetçilerin harcamalarındaki azalışın daha az olduğu görülmektedir 

Turizm sektöründeki gelir dağılımı, harcamaların hangi alanlara dağıldığıyla da yakından ilgilidir. Bu kapsamda tur paketleri ve kişisel harcamalar olarak iki ana gruba ayırabileceğimiz harcamalarda son 10 yıllık verilere baktığımızda toplam gelirin yaklaşık %17-%25’i tur paketlerine ait olup, geri kalanı ise kişisel harcamalara aittir. Tur paketlerini genelde yabancı turistler seçerken bu paketler içerisinde gurbetçilerin harcamalarının payı %3-5 arasındadır.

Yabancı turistler genellikle “her şey dahil” paketlerle büyük otellerde ve popüler tatil bölgelerinde konaklamayı seçerken gurbetçiler ülke geneline dağılan bir yapıda turistik harcamalara ek olarak kaldıkları çeşitli bölgelerde diğer ihtiyaçları doğrultusunda ilave harcamalar yapmaktadır. Genel olarak yabancı turistlerin gelirleri daha çok turistik bölgelerle orta ve büyük kuruluşlarla sınırlı kalırken gurbetçilerin harcamaları ülke genelinde küçük ve orta ölçekli tesislere dağılmaktadır.

Dikkat çekilmesi gereken başka bir konu ise Türk turizminin, sadece deniz ve güneş konsepti ile sınırlı olmayıp sağlık ve alışveriş gibi gelişmekte olan yeni konseptleri de kapsamasıdır. Bir bütün olarak bakıldığında konaklama, yeme içme, ulaşım, sağlık, kültürel ve spor aktiviteleri, mal ve hizmetler ve bunlar içerisinde yer alan giyim, hediyelik eşya ve benzeri kollar da başlıca turizm gelir kaynakları arasında yer almaktadır.

Yıllar itibariyle ana turizm geliri türlerinin performanslarına ve toplam içerisindeki paylarına baktığımızda 2003-2022 yılları arasında 14 kat artış gösteren sağlık turizmi gelirlerinin diğerlerinin açık ara önünde olduğu görülebilir. Sağlığı, sırasıyla 3.26 kat artan, takip etmektedir. Toplam içerisindeki payları açısından sağlık, 2003’te %1.1’den 2022’de %4.5’e çıkmıştır.

Toplam gelir içerisinde en büyük paya sahip olan mal ve hizmetlerin 2003’teki %33.6’lık payı, 2022’de %24.1’e gerilemesine rağmen ilk sıradaki pozisyonunu korumaktadır. Onu sırasıyla 2003’te %18.5 iken 2022’de %16.2’ye düşen yeme içme, 2003’te %15.5 iken 2022’de %10.2’ye gerileyen konaklama takip etmektedir.

Bu rakamlardan görüldüğü üzere tüm turizm geliri türlerinde yıllar itibariyle yükseliş yaşanırken sağlık turizminin açık ara hem oransal hem de toplam içerisindeki pay artışı dikkat çekmektedir. Bu yükselişi rakamlarla ifade edecek olursak 2003’te 147.8 bin dolardan 2022’de 2.11 milyar dolara yükselmiştir.

Turizm gelirleri içerisinde en hızlı yükselişin 2019 sonrasına ait olmasında da Türkiye’nin gelişmekte olan sağlık turizmi sektörünün COVID-19 salgını sırasında virüsle mücadeleye karşı etkili bir süreç yürütmesinin payı olduğunu ifade edebiliriz. Çünkü COVID-19 salgını süreci dünya çapında pek çok ülkenin sağlık sistemini ve devletlerin bu süreci yönetme şekillerini ciddi bir sınavdan geçirmiştir. Bu sınavdan en az hasarla ayrılmayı başaran Türkiye’nin önde gelen ülkeler arasında yer alması ve uygulamaya alınan pek çok tedbir ve pratikte hayata geçirilmesinin önemi bir kez daha karşımıza olumlu yönleriyle çıkmaktadır.

Gelirlerini artıran diğer sektör ise ulaşımdır. Türkiye’ye gelişlerde yerli uluslararası ulaşım firmalarının tercih edilmesi doğal olarak alt sektörlerin de gelirlerinin artmasını sağlamaktadır. 2003’te 394.1 bin dolardan hızlı bir yükselişle 2012’de 3.45 milyar dolara ulaşmasının ardından 2022’ye kadar 3.5-4.5 milyar dolar bandında kalan gelirler 2022’de 6 milyar doları geçerek ciddi bir ivme kazanmıştır.

Türkiye’nin gelişen altyapısı, sağlık ve ulaşım türlerinde artan gelirler ile gurbetçilerin katkısı Türkiye’yi COVID-19 salgını sonrasında en hızlı gelişen ülkeler arasında ön sırada yer almasını sağlamıştır. Bu noktada gelişmekte olan sağlık turizminin daha fazla desteklenmesi ve tanıtımının yapılmasıyla bu hizmet türünün sağlayabileceği potansiyel gelirlerin daha da yukarı çekilmesi oldukça kolay olacaktır. Yurtdışında ikamet eden Türk vatandaşları için de alternatif seçeneklerin çeşitlendirilmesi de toplam turizm gelirlerini daha da artırabilecek potansiyele sahiptir.

Küreselleşme yolunda diğer adımlardan birisi ise kalkınma işbirliği ve sürdürebilir kalkınmadır.

Türkiye’nin siyasi ağırlığı, aktif diplomasisi, dinamik ekonomisi ve artan teknik kapasitesi gibi unsurlardan güç kazanan uluslararası alandaki yükselen profili, en somut yansımalarından birini ülkemizin uluslararası kalkınma faaliyetlerinde ön plana çıkan rolünde bulmaktadır.

Türkiye’nin uluslararası kalkınma işbirliği içindeki rolü son yıllarda köklü değişimlere uğramıştır. Yeni ekonomik dinamikler ve küresel sürdürülebilir kalkınmaya katkı sağlama yoluyla dünya barışı ve istikrarının desteklenmesi hususunda artan sorumluluk duygusu, Türkiye’nin uluslararası kalkınma işbirliği yapısı içinde yeni ve dinamik bir aktör olarak ortaya çıkmasına imkân vermiştir.

Geleneksel donör ülkelerin ekonomik kriz koşullarında büyük kesintilere gittikleri bir ortamda Türkiye’nin kalkınma yardımlarını önemli oranlarda artırmakta olması, gerek uluslararası kuruluşların, gerek gelişmekte olan ülkelerin ilgi ve takdirini toplamakta ve ülkemize yönelik iş birliği çağrılarında çarpıcı artış görülmektedir.

Resmi Kalkınma Yardımları (Official Development Assistance, ODA), giderek Türkiye’nin proaktif dış politikasının ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Türkiye, komşu bölgelerde daha huzurlu ve istikrarlı bir ortam oluşturulmasına katkı sağlama politikasıyla uyumlu olarak, bölgesel ve küresel istikrarın aktif bir paydaşı konumundadır. Türkiye, bölgesel çatışmalarda arabulucu rol üstlenmek gibi çeşitli yumuşak güç araçlarını kullanma politikasının bir parçası olarak, resmi kalkınma yardımlarını çatışmalardan ve doğal afetler gibi diğeri istikrarsızlık kaynaklarından etkilenen ülkelerin yararına artırmıştır.

Türkiye, Devlet Planlama Teşkilatının (DPT) Gambiya, Gine, Gine-Bissau, Moritanya, Senegal, Somali ve Sudan’da kurumsal kapasite inşasını hedefleyen 10 milyon ABD Doları tutarında kapsamlı bir yardım paketi oluşturmasıyla, 5 Haziran 1985 tarihinde kendi dış yardım programını başlatmıştır.

1980’lerin sonlarında değişen uluslararası ortam, Kafkasya ve Orta Asya ülkelerinin bağımsız cumhuriyetler olarak ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır. Böylece, Soğuk Savaş yılları boyunca fiilen menzili dışında kalan bölgeler olan Kafkasya ve Orta Asya’ya yönelik Türk dış politikası yeniden şekillenmiştir. Türkiye bu sayede, Avrasya’daki, tarihi, kültürel ve dilsel bağlara sahip olduğu geniş bir coğrafi alan ile ilişkilerini güçlendirme fırsatı yakalamıştır.

Bu coğrafyadaki yeni bağımsız devletlerin, devlet inşası ve ekonomik dönüşümün getirdiği zorluklarla başa çıkabilmek için acil destek ihtiyacı hızlı ve iyi örgütlenmiş bir karşılığı gerektirmiştir. Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı (TİKA) büyük ölçüde bu ihtiyaca cevap verebilmek için kurulmuştur. Böylece, Orta Asya ve Kafkasya’daki yeni Bağımsız Devletler, Türkiye’nin yardımlarının odak noktası olmuştur. Bu eğilimi yakın dönemde, kalkınma ortaklığının Orta Doğu, Afrika ve Asya’daki ülkeleri de içeren çok daha geniş bir coğrafyayı kapsamasıyla sonuçlanan hızlı bir dönüşüm takip etmiştir.

Türkiye, kendi bölgesi ve ötesindeki belli başlı konularda yapıcı bir rol oynama yönündeki çabalarını sürdürmektedir. Türkiye’nin kalkınma işbirliği alanındaki faaliyetleri, daha iyi bir gelecek için yoksulluğun giderilmesini ve sürdürülebilir kalkınmayı hedefleyen küresel çabalara katkıda bulunma konusundaki kararlılığının bir göstergesidir.

Türkiye, Afganistan’da Taliban rejiminin sona ermesinden sonra, bu ülkeyi kalkınma iş birliği gündeminin birinci sırasına koymuştur. Savaş nedeniyle yıkıma uğramış Afganistan’ın yeniden imarı, temel hizmetlerin sağlanması, temel özgürlüklere saygılı yeni bir düzenin oluşturulması ve kamu düzeninin yeniden kurulması Türkiye’nin öncelikleri olmuştur. Türkiye’nin 2005-2017 döneminde Afganistan’a sağladığı Resmi Kalkınma Yardımları 1,07 milyar ABD Doları’na ulaşmıştır. TİKA’nın Afganistan’da, hâlihazırda, Kabil, Mezar-ı Şerif ve Herat’ta olmak üzere, Kabil’deki Türk Büyükelçiliğiyle yakın işbirliği içinde faaliyet gösteren 3 ofisi bulunmaktadır.

Türk dış politikasının son yıllardaki hedeflerinden biri de, komşu bölgelerle sınırlı eylem alanını daha da genişletmek ve diğer küresel konulara da önalıcı bir şekilde müdahil olmak olmuştur. Türkiye, bu hedef doğrultusunda, Afrika ülkeleriyle kalkınma işbirliği ilişkisi başlatmıştır. Bu çerçevede, Türkiye, 2002 yılında Afrika Birliği’ne “gözlemci” statüsünde kabul edilmiş, 2005 yılında Türkiye’de “Afrika Yılı” ilan edilmiş ve aynı yıl TİKA Afrika’daki ilk ofisini Etiyopya’da açmıştır.

Bu ofisi, daha sonra Sudan ve Senegal’deki TİKA ofisleri izlemiştir. 2018 yılı itibarıyla, açılış çalışmaları devam edenlerle birlikte Afrika’daki ofis sayısı 26’ya yükselmiştir. Bu ofisler, yakın çevrelerindeki ülkeleri de kapsayacak şekilde bölgesel düzeyde faaliyet göstermektedir. Türkiye, Ağustos 2008’de “Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi”ne ev sahipliği yapmış ve aynı yıl Afrika Birliği Türkiye’yi “stratejik ortak” ilan etmiştir.

Afrika’daki ana işbirliği alanları, tarım, sağlık, eğitim, su ve sanitasyon, mesleki eğitim, kurumsal kapasite geliştirme ve insani yardımı içermektedir. “Afrika Tarımsal Kalkınma Programı”, “Afrika Sağlığı Programı” ve “Afrika Mesleki Eğitim Programı” Afrika ülkelerinin özel ihtiyaçlarını karşılamak üzere hazırlanmış birçok ülkeyi içeren programlardır. Kapasite geliştirme faaliyetlerinin yanı sıra, Türkiye, TİKA aracılığıyla okul ve hastanelerin yapımı gibi sosyal hizmetlerin sağlanması için altyapıları inşa ederek birçok projeye imza atmaktadır.

Türkiye’nin bir başka önceliği de küresel işbirliğinde artan rolünü vurgulamak için önde gelen uluslararası kuruluşlarla işbirliğini geliştirmektir. Bu bağlamda, Türkiye, OECD, UNDP, UNIDO ve FAO gibi çok taraflı kuruluşlara gönüllü katkılar sağlamaktadır. Türkiye, uluslararası kuruluşlara yaptığı katkının en büyük payını BM ihtisas kuruluşları ve fonlarına ayırmaktadır. 2017 yılında uluslararası kuruluşlara yapılan katkıların toplamı 170,5 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir.

OECD istatistiklerinin incelenmesinden, ülkemizce yapılan yıllık resmi kalkınma yardımlarının, 2005 yılında 601 milyon Dolar, 2006 yılında 714 milyon Dolar, 2007 yılında 602 milyon Dolar, 2008 yılında 780 milyon Dolar, 2009 yılında 707 milyon Dolar, 2010 yılında 967 milyon Dolar, 2011 yılında 1.27 milyar Dolar, 2012 yılında 2,53 milyar Dolar, 2013 yılında 3,31 milyar Dolar, 2014 yılında 3,59 milyar Dolar, 2015 yılında 3,92 milyar Dolar, 2016 yılında 6,49 milyar Dolar, 2017 yılında ise 8,12 milyar Dolar tutarında gerçekleştiği görülmektedir.

Tutar bazında bakıldığında ülkemiz, 2016 ve 2017 yıllarında, DAC üyesi ülkeler arasında ABD, Almanya, Birleşik Krallık, Japonya ve Fransa’nın ardından 6. büyük donör konumundadır. Oran bazında bakıldığında ise ülkemiz, 2016 ve 2017 yıllarında, Resmi Kalkınma Yardımları’nın Gayrı Safi Milli Hasıla’ya oranında BM Binyıl Kalkınma Hedefi olan %0,7’lik hedefi tutturmayı başaran az sayıda ülke arasında, İsveç, Lüksemburg ve Norveç’in ardından 4. sırada yer almaktadır. Türkiye’nin RKY/GSMH oranı, 2016 yılında %0,76, 2017 yılında ise %0,95 olarak gerçekleşmiştir.

Resmi Kalkınma Yardımları’nın yanı sıra, 2011 yılında komşu ülke Suriye’de başlayan krizin de etkisiyle, Acil ve İnsani Yardımlarda da giderek yükselen bir donör haline gelen Türkiye, 2015 ve 2016 yıllarında tutar bazında ikinci, Acil ve İnsani Yardımların GSMH’ye oranında ise birinci ülke konumundayken, 2017 yılında yapmış olduğu 7,28 milyar Dolarlık Acil ve İnsani Yardım ve %0,85’lik Acil ve İnsani Yardım/GSMH oranıyla, hem tutar hem oran bazında, Acil ve İnsani Yardımlarda dünyanın en cömert ülkesi konumuna yükselmiştir. (İnsani yardımlar alanında faaliyet gösteren uluslararası bir sivil toplum kuruluşu olan DEVINIT’in deflatörler kullanarak yapmış olduğu hesaplamaya göre ise Türkiye’nin 2017 yılındaki Acil ve İnsani Yardım Tutarı 8,07 milyar Dolar olarak gerçekleşmiştir.

Bölgesel olarak bakıldığında, ülkemizdeki Suriyelilere yapılan yardımlara bağlı olarak, Orta Doğu bölgesi ülkemizin Resmi Kalkınma Yardımları’ndan en büyük payı almaktadır. Orta Doğu’nun ardından, yakın tarihi ve kültürel bağlarımız bulunan Balkanlar, Doğu Avrupa ve Asya bölgeleri, sonrasında ise 2005 yılında başlayan açılımın sonucu olarak Afrika gelmektedir. 2005 yılında Afrika’ya yapılan yardım 11,76 milyon Dolar iken, 2017 yılına gelindiğinde bu rakam 153,37 milyon Dolar’a yükselmiştir. Türkiye’nin kalkınma yardımlarının Afrika ülkelerinin çoğuna ulaştığının göstergesi olan bu rakamlar Türkiye’nin kıtada aktif kalkınma ortağı olma kararlılığını göstermektedir. Ülke bazında ise, Suriye, Somali, Filistin ve Afganistan 2017 yılında Türkiye’nin kalkınma yardımından en fazla yararlanan ülkeler olmuştur.

Sektörel açıdan bakıldığında, acil ve insani yardımların, Türkiye’nin Resmi Kalkınma Yardımları içinde en büyük payı aldığı görülmektedir. Acil ve insani yardımların ardından, ülkemiz yardımlarını sosyal ve ekonomik altyapı projelerine yoğunlaştırmakta, en fazla kaynağı eğitim ve sağlık sektörüne tahsis etmektedir. Türkiye’nin kalkınma işbirliği projelerinin çoğunluğu sosyal altyapıların gelişimine odaklanmıştır. Bunun temel nedeni, Türkiye’nin yardım politikasının talep odaklı olması, bu doğrultuda, alıcı ülkelerin çağrısına cevap vermek üzere ve temel insani ihtiyaçları kapsayan eğitim, sağlık, su ve sanitasyon, altyapı gibi alt sektörlere yönelik olarak şekillendirilmesidir.

Birleşmiş Milletler En Az Gelişmiş Ülkeler (EAGÜ) 4. Konferansı, ülkemizin ev sahipliğinde 9-13 Mayıs 2011 tarihlerinde İstanbul’da başarıyla düzenlenmiştir. Söz konusu Konferans’ta, 2020 yılına kadar EAGÜ’lerin kalkınmasına dönük olarak, gerek bu ülkelerde, gerek uluslararası alanda hayata geçirilecek faaliyetleri içeren İstanbul Eylem Programı kabul edilmiştir. 1 milyara yakın nüfusa sahip 47 EAGÜ’ye yönelik İstanbul Eylem Programı’nın öncelikli hedefi, bu ülkelerde yoksulluğun ortadan kaldırılmasıdır.

Belge, uluslararası toplumun EAGÜ’lere ilişkin işbirliği ve ortaklık taahhütlerini teyit etmekte ve güçlendirmektedir. Belgede, BM sisteminin, Dünya Bankası, IMF ve DTÖ gibi uluslararası kurumların, kalkınma ortağı konumunda olan gelişmiş ülkelerin, Güney-Güney işbirliği bağlamında gelişme yolundaki ülkelerin ve bizzat EAGÜ’lerin yürütecekleri işbirliğinin çerçevesi ve üstlenecekleri sorumluluklar etraflı bir şekilde kaydedilmektedir. Yeni hedefler ortaya koyan İstanbul Eylem Programı, kalkınma ortakları açısından yol gösterici temel bir belgedir.

İstanbul Eylem Programı’nda ticaretten, sanayiye; turizmden, eğitim ve sağlığa uzanan yelpazede tüm sektörler yer almaktadır. Eylem Programı, sürdürülebilir ekonomik büyüme, insan ve üretim kapasitesinin geliştirilmesi, ekonomik kırılganlığın azaltılması ve her düzeyde iyi yönetişim gibi, EAGÜ’de yapısal dönüşüm hedefiyle uyumlu unsurları içermektedir. Metinde 47 hedef ve 246 eylem yer almaktadır.

İstanbul Konferansı’nda müzakereler esas itibarıyla ticaret, yatırımlar ve resmi kalkınma yardımları üzerine odaklanmıştır. Brüksel Eylem Programı’nda EAGÜ’lere yönelik resmi kalkınma yardımlarının GSMH’ye oranı olarak belirlenen hedef binde 1,5-2 iken, gerçekleşen oran ortalama binde 0,9 civarında kalmıştır. Petrol ve madenler gibi yeraltı zenginliklerine sahip olan EAGÜ’ler %7 civarında büyüme oranı yakalamışken, EAGÜ’’lerin yarıdan fazlası %2’nin altında veya negatif büyüme kaydetmiştir. Buna mukabil, EAGÜ’lerde yaklaşık 400 milyonluk bir nüfus da aşırı yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Gelişmiş ülkeler, Konferans’ta ilave mali yükümlülükler altına girmekten kaçınmışlar; buna mukabil, resmi kalkınma yardımlarına ilişkin Brüksel Eylem Programı’ndaki taahhütlerini kuvvetli bir biçimde teyit etmişler; ayrıca, bu alandaki taahhütlerini 2015 yılından sonra arttırma hususunda irade beyanında bulunmuşlardır.

EAGÜ’lerin yapısal dönüşümünün gerçekleştirilmesini ve bu ülkelerde yoksulluğun ortadan kaldırılmasını sağlayacak kılavuz belgeyi teşkil eden İstanbul Eylem Programı’nda, üretim kapasiteleri; özel sektörün rolü; Bilim, Teknoloji ve Yenilikçilik Merkezi ihdası, Uluslararası Tarım Merkezi kurulması gibi unsurlara yer verilmektedir.

                                                                                                                 Gürsel Ayaydın

Yazı eski bir yazım olduğu için ne yazık ki kaynakçasını bulamadık. Bu yüzden sizlerden binlerce kez özür diliyorum.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu